Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Kütük B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Kütük B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaİletişimLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Kütük

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
hsn25
™Pozitif Seyir™
™Pozitif Seyir™
hsn25


Kütük Shanex10
Uyarı Seviyesi : Uyarı Yok
Kütük Shanex11
Kayıt tarihi : 11/08/10
Kütük Shanex11
<b>Mesaj Sayısı</b> Mesaj Sayısı : 460
Kütük Shanex11
<b>Nerden</b> Nerden : istanbul
Kütük Shanex11
<b>Yaş</b> Yaş : 32
Kütük Shanex11
Cinsiyet : Erkek Kütük Shanex11
Ruh Halim : Komik
Kütük Shanex11
Tuttuğu Takım : FenerBahçeli
Kütük Shanex12

Kütük Empty
MesajKonu: Kütük   Kütük I_icon_minitimeCuma Ağus. 13, 2010 12:04 pm

ALACAKARANLIK içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz
hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği
trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde
her tarafa yayıyor… Kederli bağrışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz
karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu.
Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki
dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız
korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.
Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal
ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları,
kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına
kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi,
sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya
çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda
kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam
namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile
geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz…
başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen
naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş
büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca
bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı
kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının
anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu
adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının
“Göndersdref Baronu Erasm Tofl’u beraber vurmak” teklifini içeren
mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa’ya götürmüştü. Ama, paşa çok
meşguldü. Zaman bulup cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu.
Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada
gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine
yapılmıştı.
Arslan Bey sordu:
“Bizim kaleden daha yüksek mi?”
“Daha yüksek beyim.”
Kumandanın, “Bizim kale” dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle
baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde
zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi’nde
hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay,
nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini
alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi…
“Ben, bir kalenin karşısında çok duramam” dedi, “Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!”
Kâhya başını kaldırdı:
“O da sabırsız… Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp… Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar.”
“Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?”
“Etti. ”
“Kabul etmediler mi?”
“Hayır, etmediler.”
“Kalenin kumandanı kimdi?”
“Zondi isminde bir kahraman…”
“Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar… Vire’yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler.”
“Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. ”
“Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?”
“Papaz Marten Uruçgalo ile…’
“Ne ise… Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı.”
“Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı.”
“Ne biliyorsun?”
“Papaz Marten’e söylediği sözlerden anladım?
“Ne demiş?” .
“Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere
bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş
adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim
bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak
kalenin taşları altında kalmak isterim.”
“Sahi, namuslu bir askermiş…” Kâhya;
“Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey” dedi, “Hem de gayet yüce ruhlu bir mert.”
“Nasıl?…”
“Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için
dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını
yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş.
Ceplerini altınla doldurmuş. ‘Al bunları paşaya götür. Benimle beraber
ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat
etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur’ demiş.”
“Sahi yüce bir adammış…”
“Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna
silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış.
Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda
bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla
yaralanan Zondi’yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün
olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik
olup, ölünceye kadâr vuruştu.”
“Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı.”
“Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü.
Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti.” ‘
“Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi…”
Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca,
savaş bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica
edenlere hiç aman vermez, ‘Hain, her yerde haindir’ diye hemen boynunu
vurdururdu.
Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.
Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi’nin hikâyesini hâlâ
bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar,
meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo’nun, ıslanmış, hasta,
ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın
sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu;
düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman
değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni
Kalesi’nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını,
tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını,
çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar
burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama
Allah kerimdi.
“Hepsinin alınması belki bir ay sürmez…” diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:
“Bu kalenin alınması mı beyim?”
“Hayır, canım… Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın… Fulek’e kadar dört beş kale var… Onların hepsini diyorum.”
“Bir ayda dört beş kale… Bu güç beyim.”
“Niçin?”
“Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış… Ben attan inerken yoldaşlar söylediler.”
“Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım.”
“Nasıl beyim?”
“Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün…”
“Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?”
“Hayır.”
“Ya ne yapacağız?”
“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Göreceksin…”
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. “Yerin
kulağı var” derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kâhya
gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir
şey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediği
söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz
mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?” diye
çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri
istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek
başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek
dönüyor.
“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa…” diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.
İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu.
Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz
Tofeli, Pallaviçini’yi diri diri esir tutabilecekti.
Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu’ndaki nöbetçilerin
attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç
yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut
suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden
beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe
dalmıştı. Birdenbire sordu:
“Hava kapanıyor gibi, değil mi?”
“Evet.. ”
“Bakalım yarın…”
“Hücum mu edeceğiz beyim?”
“Hayır canım, hava bozsun, görürsün.”
Kâhya, yine bir şey anlamadı…
Bir sabah…
Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis
her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak
ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini
çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz
karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine
yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.
O kadar neşeli idi ki…
Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide.
“Ağalar” dedi. “Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun.”
Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:
“Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?”
Arslan Bey güldü:
“Hayır… Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap.”
“Nasıl gürültü beyim?”
“Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine
doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar, ‘Heya, mola, yisa!..’ diye
bağırt!”

“Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum.”
“Pekâlâ beyim.”
Sonra diğer subaylara döndü:
“Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkün
olduğu kadar çok gürültü yaptırın ‘Heya, mola…’ çektirin. Angarya
naraları attırın. İş türküleri söylettirin.”
İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey
anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.
“Baş üstüne, baş üstüne…”
“Haydi, ama çabuk…”
Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;
“Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği’nde
biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında
hazır tut… Orada beni bekle. Haydi!”
“Başüstüne…”
“Ama çabuk…”
Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki
sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey’le bir
masal kuşu gibi uçtu.
Biraz sonra…
Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor;
ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru
sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar
yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri
görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını
tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman
içinde ilerliyorlardı.
Sağ taraftan topçuların “heya, mola”ları işitiliyordu. Etrafını saran
gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra
sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale
bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında
topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.
Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.
Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda;
“Yiğitlerim!… Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa
kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın.
Ben düşmana teslim teklif edeceğim…” diyordu.
Topçuların, topçulara karışan angaryacıların “heya, mola” naraları
gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla
görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.
Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı
bayrağı ile Şalgo’yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden
esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru
sürüyordu.
Artık herkes birbirini görüyordu.
Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O
burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde
büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında,
kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.
Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar
yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular… Gür sesiyle
haykırdı:
“Hey bre Şalgo muhafızları!… Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın
memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa’nın
torunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin
ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan
almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki
küçük topla Boza Kalesi’ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay,
Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim.
Gerip gitmeleri için yol vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş
yere kanınızı döktürmeyin…”
Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.
Derin bir sessizlik…
Arslan Bey’in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.
Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:
“Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim.”
Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:
“Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız,
beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki
yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz?
Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun
iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla
buz oldu. İşte İstanbul’u alan bu top… Bir kere ateş edeceğim. İkinci
atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size…”
Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün
askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun,
büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç
bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadaları
yükseldi. Herkes Arslan Bey’in bir haftadır ne beklediğini şimdi
anlıyordu. Demek bu top geliyormuş…
Biraz sonra…
Şalgo’nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak
dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğla
kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey’in
önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer
bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin
içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil
bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki
dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.
Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;
“Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire’yi bozmayız. Gelin,
size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim…” dedi.
Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu
korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı.
Arslan Bey’in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler.
Yaklaşınca Arslan Bey;
“İşte” dedi, “Sizin böyle topunuz var mı?”
Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:
“Hayır.”
“Niçin yapmıyorsunuz?”
“Bilmiyoruz.”
Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu. Arslan Bey;
“Ne diyor?” dedi.
“Bey bu topu kaç günde İstanbul’dan buraya getirmiştir, diyor.”
“Sen de ki: İstanbul’dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış.”
Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha
ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine
müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur
şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar. Bir elini hançerinin
elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala
bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten
katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı
nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler. Deliğini
aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine
bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale
kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;
“Ne diyor?”
“Bu mertlik değil… diyor.”
“Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?”
Tercüman sordu.
Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler,
şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir
ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!…
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kütük
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Kültür ve Sanat Rehberi :: Büyüklerden Masallar-
Buraya geçin: