Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Diyet B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Diyet B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaİletişimLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Diyet

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
hsn25
™Pozitif Seyir™
™Pozitif Seyir™
hsn25


Diyet Shanex10
Uyarı Seviyesi : Uyarı Yok
Diyet Shanex11
Kayıt tarihi : 11/08/10
Diyet Shanex11
<b>Mesaj Sayısı</b> Mesaj Sayısı : 460
Diyet Shanex11
<b>Nerden</b> Nerden : istanbul
Diyet Shanex11
<b>Yaş</b> Yaş : 32
Diyet Shanex11
Cinsiyet : Erkek Diyet Shanex11
Ruh Halim : Komik
Diyet Shanex11
Tuttuğu Takım : FenerBahçeli
Diyet Shanex12

Diyet Empty
MesajKonu: Diyet   Diyet I_icon_minitimeCuma Ağus. 13, 2010 12:03 pm

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında
tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı
kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri
pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu
karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm
Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı.
Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların,
saldırmaların, yatağanların üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını
arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar
değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su
vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına
çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan
uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı.
Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa
girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını
söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya
çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat
elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini
eteğini vakitsiz çekmiş garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur
bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün
sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi?
Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu.
Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç
kaynağıydı.

- Bizim Ali…
- Bizim koca usta…
- Dünyada eşi yoktur…
- Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten,
kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine
bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının
başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir
vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında
yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında
“başkasına gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben
kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından
kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını
bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da yaşlı bir demircinin
yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı kent kalmadı.
Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı.
Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her
yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için
çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü olarak
savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların
arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir
mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha
birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik
yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe
gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün
üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.

- Tak!
- Tak, tak!…
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı.
Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının
sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi.
Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor,
bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı
koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı.
Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı.
Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite
doğru yürüdü… Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular
getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan
başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep
üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı.
Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak
sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan
iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi
okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi
dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip
dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun
yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma
yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir
dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su
çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor,
sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını
kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü.
Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın
tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına
uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği
tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan
yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki
karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce
kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor,
tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:

- Kimdir o?… diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali…
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali… Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç…
- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne
diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular
gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka
dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama,
ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:

- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele
böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini
bilmiyor musun?

- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Hiç…
- Nasıl hiç…
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma… dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği
uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan
mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi.
Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış,
kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken
sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte
kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında,
köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini
yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla
çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri
parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu.
Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi
çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde,
palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü. Arkasında keçe külâhlı,
çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi
yüzlerine baktı. Bekçibaşı:

- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?…
- Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?…
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin
keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

- Bana ne?…
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten
el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın
bakarken, palabıyıklı bekçi:

- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
- Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte…
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi.
Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden
kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun
yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:

- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı
zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı.
Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni
sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü
hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya
kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi
gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini
söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda,
para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin
suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu.
Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını
ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa
kalktı. Yargıca dik bir sesle:

- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o
zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin.
Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz…

Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu
iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye
çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye
biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına
çalışıyordu.

Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın
uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca
örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir
kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu…
Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine
acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın
ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile
dayanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya
sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam
Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin
pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı;
nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek
gerekiyordu.

- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.
- Ne gibi? diye sordular.
- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…
- Pekâlâ, pekâlâ…
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye
söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek
istemiyordu. Sipahiler:

- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın.
Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul
olmak”, ölümlü dünyada “birisine gönül borcu duymak” acıların en
büyüğüydü.

O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül
borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine
atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:

- Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce
yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta,
düşünme! diyorlardı.

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi
arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz,
oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden
şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline
geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir
şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama
her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki
mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor,
ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına
kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız
bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne
atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi
sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile
ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona
gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona
temizletti.

Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’ın ikide bir:
- Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!…
diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün
dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin
karşısında elpençe divan durdu. Yine:

- Kolunun diyetini ben verdim.
- …
- Şimdi çolak kalacaktın, ha…
- …
- Benim sayemde kolun var.
- …
Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her
buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska
yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer,
“Aklında tut, benim tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı.
Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir
şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının
attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya
gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken,
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar
veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun
mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık
etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına
dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…

Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine
erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş,
dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah
taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye
düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları
bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.

“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki,
kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına
getirdi:

- Ne yapıyorsun be?…
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
- Bıçakları biliyorum, dedi.
- Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere
kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

- Ne bakıyorsun?
- …
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık
hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye
kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu.
Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor,
çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu.
Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı
Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından
kurtuluvermiş gibi dırlandı:

- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra
birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı.
Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır
satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin
ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’ın önüne:

- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra
giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Diyet
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Kültür ve Sanat Rehberi :: Büyüklerden Masallar-
Buraya geçin: