Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Forsa B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Forsa B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaİletişimLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Forsa

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
hsn25
™Pozitif Seyir™
™Pozitif Seyir™
hsn25


Forsa Shanex10
Uyarı Seviyesi : Uyarı Yok
Forsa Shanex11
Kayıt tarihi : 11/08/10
Forsa Shanex11
<b>Mesaj Sayısı</b> Mesaj Sayısı : 460
Forsa Shanex11
<b>Nerden</b> Nerden : istanbul
Forsa Shanex11
<b>Yaş</b> Yaş : 32
Forsa Shanex11
Cinsiyet : Erkek Forsa Shanex11
Ruh Halim : Komik
Forsa Shanex11
Tuttuğu Takım : FenerBahçeli
Forsa Shanex12

Forsa Empty
MesajKonu: Forsa   Forsa I_icon_minitimeCuma Ağus. 13, 2010 12:02 pm

Akdeniz’in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe,
minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının
alaca gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı
rüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı
çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan
yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın
ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı
sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri,
ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı,
baktı.

- Hayırdır inşallah! dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına
aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan
yoğrulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını
kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama
görünürde bir şey yoktu.

Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken
geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı
geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta
korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek
çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine
bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları,
fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri
küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını,
çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına
bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için. üzülüyordu. Hep güneşin
doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit
namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince, korsanlar
onu, “Artık iyi kürek çekemez!” diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir
çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya
şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor,
tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua
edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit’e kavuşmaktı. Otuz yıl
içinde bir an bile umudunu kesmedi. “Öldükten sonra dirileceğime nasıl
inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme
kavuşacağıma öyle inanıyorum!” derdi. En ünlü, en tanınmış Türk
gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı’nı geçmiş, poyraza
doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği
ıssız adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına
hafif gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli’nde nâmı dillere destandı.
Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o,
Hızır Aleyhisselâm’ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere
gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları
yüzüyordu. Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay
gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden
oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak
dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale’yi
geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor
muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? Kırk
yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul’un minareleri, ufku, hayalinden
hiç silinmemişti. “Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş’ın önüne demir
atarım” diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu
sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı,
Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine
girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına
acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha
geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu
istemiyordu. Nereye gidecekti?

Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk
yıllık bir rüya… Türklerin, Türk gemilerinin gelişi… Gözlerini kurumuş
elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet,
geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesine inanıyordu ki…

- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının
dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı
gibi her yanı parlatıyordu. Martıların, “Geliyorlar, geliyorlar, seni
kurtarmaya geliyorlar!” gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye
daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde
geziniyorlar, çuvaldan giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının
üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir Türk
donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç
bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar,
kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu.

Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki
kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında
bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine
dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı.
Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı.
Gözlerine inanamadı.

“Acaba rüyada mıyım?” kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür
müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir taş
parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü
rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire çıkıvermiş
olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü.
Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru
ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı.
Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle
örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler,
ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:

- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:
- Ben Türk’üm, oğullar, ben Türk’üm.
- …
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına
yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar
akıyordu. Haline bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:

- Kaç yıldır tutsaksın?
- Kırk!
- Nerelisin?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet…
İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır
koptu. “Bey’e haber verin!… Bey’e haber verin!” diye bağrışıyorlardı.
İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir
sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun
kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz
güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır
geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.

- Haydi, Bey’in yanına! dediler.
Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru
yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik
zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.

- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet! dedi.
- Hızır Aleyhisselam’ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Niye yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu.
İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey’e uzattı.
Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı
ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı.
Öpmeye başladı.

- Ben senin oğlunum! dedi.
- Turgut musun?
- Evet…
İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona:
- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi.
Eski kahraman kabul etmedi:
- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.
- Çok yaşlısın baba.
- Ama yüreğim güçlüdür.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk yıldır dövüşü özledim.
Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü.
İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:
- Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? dedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Forsa
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Kültür ve Sanat Rehberi :: Büyüklerden Masallar-
Buraya geçin: