Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Doğruluk B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olunuz !!!Doğruluk B-261910-üye_ol
Pozitif Seyir
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaİletişimLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Doğruluk

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
hsn25
™Pozitif Seyir™
™Pozitif Seyir™
hsn25


Doğruluk Shanex10
Uyarı Seviyesi : Uyarı Yok
Doğruluk Shanex11
Kayıt tarihi : 11/08/10
Doğruluk Shanex11
<b>Mesaj Sayısı</b> Mesaj Sayısı : 460
Doğruluk Shanex11
<b>Nerden</b> Nerden : istanbul
Doğruluk Shanex11
<b>Yaş</b> Yaş : 32
Doğruluk Shanex11
Cinsiyet : Erkek Doğruluk Shanex11
Ruh Halim : Komik
Doğruluk Shanex11
Tuttuğu Takım : FenerBahçeli
Doğruluk Shanex12

Doğruluk Empty
MesajKonu: Doğruluk   Doğruluk I_icon_minitimeCuma Ağus. 13, 2010 11:58 am

Bir varmış, bir yokmuş…Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış… Allah’ın kulu dağdan, taştan çokmuş…

Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı…

Vakti
zamanında bir kadının üç oğlu varmış. Kocası yeni öldüğü için
fakirmişler. Hazıra dağlar dayanmaz, derler. Ellerindeki, avuçlarındaki
tükendikten sonra geçim sıkıntısı çekmeye başlamışlar.


Bir gün kadın, üç çocuğunu da yanına çağırarak:

Artık
büyüdünüz, yetiştiniz, demiş. Çalışıp hayatınızı kazanmalısınız. Evde
ne para, ne de yiyecek kalmadı. Gidip kendinize iş bularak çalışın. Ben
de komşularda çamaşır yıkayarak geçinirim… Üç kardeş, torbalarına kuru
ekmek, peynir, biraz da soğan koyarak analarına veda edip yola
çıkmışlar.


Az gitmişler, uz gitmişler… Öğleye doğru bir su başına varmışlar. Yemek yiyip dinlenmek için oturmuşlar.

Büyük kardeş demiş ki :

Üçümüzün
torbasında da yiyecek var. Daha ne kadar yol gideceğimiz belli değil.
Yiyecekleri bitirirsek, belki aç kalırız. Onun için şimdi birimizin
torbasındaki yiyecekleri yiyelim. Öteki torbalarda bulunan yiyecekler
kalsın. Sonra da sıra ile onları yeriz.


Öteki kardeşleri onun bu teklifini kabul etmişler. Bunun üzerine o, en küçük kardeşine dönerek:




Evvela senin torbandakileri yiyelim, demiş, sen küçüksün!

En küçük kardeş, peki demiş. Torbasındakileri çıkarıp ortaya koymuş. Hep beraber yemişler.

Biraz sonra kalkıp tekrar yola koyulmuşlar. Durmadan, dinlenmeden gitmişler, gitmişler… Saatlerce yol almışlar…

Bir aralık, en küçük oğlan, büyük ağabeyisine :

Ben
çok acıktım, demiş. Hem açlıktan, hem de yorgunluktan dizlerinde derman
kalmadı. Ne olur biraz ekmekle bir soğan verin de karnımı doyurayım?


En büyük ağabeysi :

Bizim yiyeceklerimiz çok az, demiş. Şimdi sana verirsek sonra bize hiçbir şey kalmaz.

Küçük
oğlan, ağabeysinin bu sözleri karşısında bir şey diyememiş. Ama, onun
bu cevabına çok üzülmüş. Sesini çıkarmadan yürümeye devam etmiş.


Bir saat kadar daha yol aldıktan sonra ağaçlık bir yere gelmişler.

Küçük oğlan, yol kenarında gözüne ilişen bir elma ağacını göstererek:

Ben şu ağaçtan biraz elma toplayıp yemeyince, yürüyemeyeceğim, demiş. Hem size de toplarım.

Hem ağaca tırmanmış. Arka arkaya birkaç elma yemiş. Sonra da torbasını doldurmuş. Arkasından :

Size de atayım mı? diye seslenerek aşağıya bakmış ki, kimsecikler yok…Sağa bakmış yok, sola bakmış yok…

Ağabeylerinin kendisini bırakıp kaçtıklarını anlamış. Son derece üzülmüş.

Ağaçtan inerek yürümeye koyulmuş. Hem yürüyor, hem de, neden bana bunu yaptılar, diye kendi kendine söyleniyormuş.

Karnı
doyduğu için bacaklarına biraz kuvvet gelmiş. Issız yollarda korkmadan
ilerliyor, gece olmadan bir köye varmak istiyormuş.


Nihayet,
hava iyice kararmış. Sağa sola bakınarak ilerlerken, uzaklarda bir ışık
görmüş. Orada herhalde bir ev var, diye düşünerek ışığa doğru gitmeye
başlamış.


Yoldan ayrıldığı için zor ilerliyor, dikenler, üstünü başını yırtıyor, ayaklarını ellerini kanatıyormuş.

Işığın
bulunduğu yer bir tepede imiş. Tepeye doğru yaklaştıkça, ışık da
büyümeye başlamış. Yanına vardığı zaman, kocaman kocaman pencereli,
büyük bir bina ile karşılamış. Açık duran kapısından içeri girince
saşırmış. Bina bir tek büyük odadan ibaretmiş. Tavanı minare gibi yüksek
olan bu odada kocaman bir ocak varmış. Ocak alev alev yanıyor,
üzerindeki kazanlar fıkır fıkır kaynıyormuş. Ocağın yanındaki çok büyük
bir dolapta da insan boyunda yüzlerce ekmek varmış.


Buranın
bir dev konağı olduğunu anlayan oğlan, fena halde korkmuş. Etrafta
kimsecikleri göremeyince, ocağa yaklaşmış. Duvarda asılı duran bahçe
küreği büyüklüğündeki kepçeyi alarak güç halle kazanlardan birine
daldırmış. Çıkarıp bakmış ki, iyice haşlanmış koca koca et parçaları…
Gidip dolaptan bir ekmek almış. Kepçedeki etleri güzelce yiyip suyunu da
içmiş.


Sonra,
etrafa bir göz gezdirmiş. Bir kenarda büyük bir dolap görmüş. Kapağını
açıp içine girerek saklanmış. Bir deliğe gözünü uydurarak dışarısını
gözlemeye başlamış.


Bekleye
bekleye usanmış. Bir taraftan da uyku bastırmış. Tam uyuyacağı sırada,
dışarıdan birtakım homurtular, gürültüler, acayip sesler gelmeye
başlamış.


Korku
ile kendine gelmiş. Hiç kıpırdamadan büyük odayı gözlemeye koyulmuş.
Biraz sonra, yerleri sarsa sarsa devler gelmeye başlamışlar. Bir, iki,
üç beş, sekiz, tam yirmi dev gelip koca odaya dolmuşlar.


Hemen
ocaktaki kazanları indirip orta yere koymuşlar. Dolaptan üçer, dörder,
ekmek alarak kazanların etrafına sırlanmışlar. Homurdanarak,
hırıldayarak, ağızlarını şıpırdatarak bir hamlede kazanları
boşaltmışlar.


Sonra kenarlara çekilip arkalarını duvarlara dayayarak konuşmaya başlamışlar.

Biri demiş ki:

Bugün ne öğrendim biliyor musunuz?

Ötekiler:

Ne öğrendin bakalım? diye sormuşlar.

O,
anlamaya başlamış: Şu arkadaki dağ var ya… onun tam tepesinde bir ağaç
görünür. O ağacın altında her zaman bir fare yatarmış. Eğer bir
insanoğlu ceketini üzerine atıp da fareyi havasızlıktan öldürebilirse,
ağacın altı altınla dolarmış… Ne yazık ki, bu işi biz yapamazmışız…


Birkaç dev:

Keşke biz de insan olsaydık! Diye söylenmişler.

Başka bir dev atılarak :

Bugün
ben de buna benzer bir şey öğrendim, demiş. Karşıki dağın arkasındaki
köyde fakir bir değirmenci varmış. Değirmen taşının içi altın
hazinesiymiş. Eğer değirmenci bu taşı kendi eliyle kırarsa, altınlar
meydana çıkarmış. Başkası kırarsa, altınlar kaybolurmuş…


Devlerin birkaçı :

Ne yazık, bundan da bize fayda yok! diye söylenmişler.

Bu sefer, bir başka dev :

Bugün
ben de bir şey öğrendim, demiş. Hint Padişahı’nın güzel kızının gözleri
körmüş. Yıllardan beri baktırmadıkları hekim, yapmadıkları ilaç
kalmamış. Ama, kızın gözleri açılmıyormuş. Halbuki, kızın gözlerini
açmanın kolayı varmış: Sarayın bahçesindeki büyük hurma ağacının kuru
yapraklarını toplayarak kızın gözlerine ovalayınca, gözleri hemen
açılırmış.


Devlerin bazıları :

Ne
çare, bunu da biz yapamayız, demişler. Hem Hindistan çok uzak bir
memleket, oraya kadar gidemeyiz. Hem de, oraya gitsek bile, bizi saraya
sokmazlar, öldürürler.


O
sırada salonda gök gürültüsü gibi horultular işitilmeye başlamış.
Devlerin bazıları uyuyorlarmış. Derken ötekiler de birer, ikişer uyumaya
koyulmuşlar. Biraz sonra, devlerin hepsi derin uykulara dalmışlar.


Oğlan
dolaptan yavaşçacık çıkmış. Kapıya kadar gidebilmek için devlere
sürtünerek geçmek gerekiyormuş. İki tanesinin yanından kolayca
sıyrılmış. Fakat, üçüncünün yanına geldiği vakit, geçecek yer bulamamış.
Mutlaka ayağına basması icap ediyormuş.


Uyanırsa
ne yaparım diye korkmaya başlamış. Fakat, devler o kadar derin bir
uykuya dalmışlar ki, hemen o devin ayağına basıp atlamış. Dev, sanki
gıdıklanmış gibi ayağını hafifçe kımıldatmış, ama uyanmamış. Oğlan derin
bir nefes alarak kapıdan dışarı kendini dar atmış.


Başlamış
konağın arkasındaki dağa tırmanmaya…Sabaha karşı tepeye varmış. Gün
ışırken ağaca yaklaşmış. Dikkatle bakınca. Orada yatan fareyi görmüş.
Sırtındaki ceketi çıkarmış. Hayvanı ürkütmeden yanına sokularak ceketini
üzerine atmış. Beklemeye başlamış.


Biraz
bekledikten sonra, nasıl olsa fare havasızlıktan ölmüştür, diye
ceketini kaldırmış. Fare kımıldamadan yatıyormuş. Acaba canlı mı, değil
mi diye eğilerek hayvana bakarken, yerde bir şeyler parlamaya başlamaz
mı Dikkatle bakınca, biraz evvelki taşların pırıl pırıl altın haline
geldiğini görmüş. Sevinçten nerede ise küçük dilini yutacak olmuş.


Hemen
alabildiği kadar bütün ceplerini altınla doldurmuş. Geri kalanları da
çalıların arasına saklayarak üzerini toprakla örtmüş.


Oradan
kalkarak büyük bir ağacın gölgesine uzanmış. Gece sabaha kadar oturduğu
ve yol yürüdüğü için yorgunmuş. Güzel bir uyku çekmiş.


İkindi vakti, uzaklardan gelen köpek havlamalarıyla uyanmış.

Hemen
kalkıp yola düşmüş. Devler konağının öte tarafındaki dağın yolunu
tutmuş. Durmadan, dinlenmeden, karnının açlığını pınarlardan su içip
gidererek yol alıyormuş.


Güneş
batmış, hava kararmış, nihayet dağa varmış. Gene hiç durmadan yoluna
devam ederek, gece yarısına doğru köye yaklaşmış, ırmak kenarındaki
değirmene ulaşmış.


İçeri
girdiği zaman, fakir değirmenciyi bir köşede uyuklar bulmuş. Selam
verip bir kenara oturmuş, karnının çok aç olduğunu söyleyerek
değirmenciden yiyecek istemiş. Fakir değirmenci, iki bazlama getirip
bunun koymuş; başka yiyeceği olmadığını, kusura bakmamasını söylemiş.


Sonra, dereden, tepeden konuşmaya başlamışlar. Değirmenci fakirlikten söz açınca, oğlan:

Senin için zengin olmak işten bile değil, demiş…

Oğlanın bu sözlerinden bir şey anlamayan değirmenci:

Nasıl, demiş, anlatamadım? Benim için zengin olmak o kadar kolay mı?

Oğlan, gene:

Kolay ya, demiş, ama söylemeyeceğimi yapabilirsen?

Değirmenci, heyecan içinde :

Söyle, demiş, kabul ediyorum. Ne istersen yapacağım…

Bu sefer, oğlan :

Bir balta bulup, demiş, şu kocaman değirmen taşını parçalayacaksın! Oğlanın delirdiğini zanneden değirmenci :

Sen
şaşırdın mı kendini oğlum, demiş. Bu, kolay bir iş mi? Eğer taşı
parçalayacak olursan, değirmen çalışmaz. O zaman da, zengin olmak şöyle
dursun, aç kalırım ben!


Oğlan gülmüş. Cebinden on altın çıkarıp değirmencinin önüne attıktan sonra :

İşte sana para, demiş. Bununla en iyisinden on tane taş alabilirsin. Haydi şimdi taşı parçala, ötesine karışma!

Değirmencinin
gözleri parlamış. Yerde duranların sahiden altın olduğunu görünce,
koşup bir köşede duran baltasını almış. Gelip değirmen taşına var
kuvvetiyle indirmiş.


Taş parça parça olmuş. O anda, binlerce altın para değirmenin içine yayılmamış mı?

Zavallı
fakir değirmenci, ömründe bu kadar çok altın para görmediği için ne
yapacağını bilememiş. Gidip değirmenin kapısını kapadıktan sonra :


Gelen olursa bana bir şey bırakmazlar, demiş. Çabuk bunları toplayalım. Allah senden razı olsun. Seni bana Allah gönderdi…

Sevinç
içinde, eli, ayağı titreye titreye altınları toplayıp un çuvallarına
doldurmuş. Sonra bir çuval altını da oğlanın önüne getirerek :


Bu da senin hakkın, demiş. Al bunları!

Oğlan :

Hayır,
diye cevap vermiş, bunların hepsi de senin. Güle güle harca, çokca
tarla ve hayvan al. ölünceye kadar rahat eder, kimseye muhtaç olmazsın.
Benim yetecek kadar altınım var. Eğer lazım olursa gelip senden isterim.


Sonra,
oğlan, yerdeki kendi on altınını alıp ayağa kalkmış. Sevinçten oraya
buraya koşan, yerinde duramayan değirmenciye “Allahaısmarladık” diyerek
çıkıp yola koyulmuş.


Sabaha karşı bir kasabaya varmış. Gidip bir hana yerleşerek karnını doyurduktan sonra, uykuya yatmış.

Akşama
yakın uyanmış. Hemen dışarı çıkarak güzel bir at satın almış.
Heybelerine yiyecek doldurarak Hindistan’ın yolunu tutmuş.


Az gitmiş, uz gitmiş, dere, tepe düz, gece, gündüz, altı ay bir güz gitmiş, nihayet Hindistan’a ulaşmış.

Hint Padişahı’nın oturduğu şehri öğrendikten sonra, oraya gidip bir hana yerleşmiş.

Çarşıdan birtakım şık elbise satın almış. Gelip handa bunları giymiş. Eline bir de çanta alarak sokağa çıkmış.

Saraya yaklaştığı zaman, yavaşlamış. Yüksek sesle :

Göz hekimiyim!… Körleri iyi ederim!… Yok mu hekim isteyen? diye bağırarak dolaşmaya başlamış.

Sarayın etrafında birçok defa gezinmiş. Nihayet, pencerelerden biri açılmış. Bir arap uşak :

Hekim başı! Hekim başı! diye seslenmiş.

Oğlan sarayın kapısına gelerek beklemeye başlamış. Uşak aşağıya inerek bunu sarayın bahçesine aldıktan sonra :

Çabuk
gel, demiş, seni padişahımız istiyor. Beraber saraya girmişler. Süslü
salonlardan geçerek, merdivenlerden çıkarak Hint Padişahı’nın yanına
varmışlar.


Arap uşak yerlere kapanıp padişahı selamladıktan sonra :

Göz hekimini getirdim padişahımız! Demiş.

Padişah, oğlana :

Hoş geldin hekim başı, demiş. Sen körlerin gözlerini açarmışsın, öyle mi?

Oğlan, hiç bozmadan :

Evet padişahım, diye cevap vermiş. Hem de çok çabuk açarım!

Bu sefer padişah :

Pekâlâ,
demiş. Biricik kızımın gözleri yıllardan beri görmüyor. Getirmediğim
hekim, yaptırmadığım ilaç kalmadı. Hiç birinden fayda görmedik. Tersine
olarak, gözleri daha fazla kapandı. Bu yüzden bu hekimlerin hepsini
zindana attım. Eğer sen de kızımın gözlerini açamazsan zindana
gireceksin; haberin olsun?


Oğlan, gülerek :

Şartlarınızı kabul ediyorum padişahım, demiş. Kızınızın gözlerini bir günde açamazsam beni zindana atınız!

Padişah :

Hadi bakalım, göreyim seni, demiş. Eğer dediğini yapabilirsen, kızımı sana veririm.

Sonra, uşağa dönen padişah :

Hekim başıyı alın, kızımın yanına götürün! diye emir vermiş.

Oğlan, yerlere kadar eğilerek padişahı selamlamış, dışarıya çıkmış.

Uşak onu alarak küçük sultanın yanına götürmüş.

Oğlan, küçük sultanı muayene etmiş. Kızın iyiden iyiye kör olduğunu anlayınca :

Üzülmeyiniz sultanım, demiş, gözleriniz pek yakında görecek!

Küçük sultan :

Aaaah! diye içini çekmiş. Yıllardan beri her gelen hekim böyle söylüyor, arkası gelmiyor… Nerede o günler?

Oğlan :

Ben o hekimlerden değilim sultanım, diye onun sözünü kesmiş, gözleriniz açıldığı zaman bana ne vereceksiniz bakayım?

Güzel sultan :

Gözlerimi açacak insana canımı bile veririm, demiş. Ah o günü bir görsem?

O zaman oğlan :

Bana biraz izin veriniz sultanım, demiş. Gidip ilaçlarımı hazırlayarak geleyim.

Odadan
çıkmış. Uşağa, kendisini bahçeye indirmesini söylemiş. Beraber bahçeye
inmişler. Oğlan ağaçlara bakarken büyük hurma ağacını görmüş. Bahçıvanın
merdivenini getirterek ağaca çıkmış. Kuru yapraklardan on, on beş tane
toplayıp ceplerine koyduktan sonra aşağıya inmiş.


Uşağa,
boş bir oda göstermesini söylemiş. Küçük sultanın odasına yakın bir
yerdeki bir odayı açmışlar. İçeriye girerek kapıyı kilitlemiş.


Yere
bir örtü yaymış. Cebindeki kuru yaprakları çıkararak avucunda ufalamış,
hepsini toz haline getirmiş. Tozları bir kavanoza koyarak dışarı
çıkmış.


Uşağı çağırarak, küçük sultanın yanına gideceğini söylemiş. Birlikte güzel sultanın odasına girmişler.

Oğlan :

Sultanım, demiş, şöyle yatağınıza uzanır mısınız?

Güzel
sultan heyecan içindeymiş. Yatağına girip uzanmış. Bunun üzerine,
oğlan, kavanozdan avucuna bir miktar toz boşaltarak kızın gözlerini
serpmeye başlamış. Her iki gözüne de bolca toz serptikten sonra, eğilip
tozları üflemiş. Arkasından da :


Açın gözlerinizi sultanım! demiş.

Küçük
sultan gözlerini açar açmaz bir çığlık atmış ve o anda yerinden
fırlayarak oğlanın boynuna sarılmış. Sonra da kendini koridora atarak :
Görüyorum! Görüyorum! diye bağırmaya, babasının odasına doğru koşmaya
başlamış.


Onun
bağırarak odasına girmesinden gözlerinin açılmış olduğunu anlayan
padişah, hemen yerinden kalkarak sevgili kızını kucaklamış :


Geçmiş olsun yavrum, demiş. Bugünlere kavuştuğumuza şükredelim.

Sonra, bir uşak çağırarak :

Hekim başıya söyleyin, demiş kendisini bekliyorum…

Gidip oğlanı padişahın huzuruna getirmişler.

Padişah :

Allah senden razı olsun hekim başı, demiş.

Kızımı yeniden dünyaya getirdin!

Bu söz üzerine, oğlan :

Ben sadece vazifemi yaptım padişahım, demiş.

Oğlanın cevabına memnun olan padişah da :

Bundan sonra sen benim damadımsın, demiş. Bu andan itibaren kızımla nişanlısınız. Düğün hazırlıklarına hemen başlansın!

Padişahın
emri üzerine, küçük sultanla hekimin nişanlandıkları halka ilan
edilmiş. Çok geçmeden, padişah, damadını sarayın hekim başısı tayin
etmiş.


Düğün hazırlıkları bittikten sonra, kırk gün, kırk gece süren şenliklerle iki gencin evlenmeleri kutlanmış.

O günden sonra küçük sultanla oğlan mutlu bir hayat sürmeye başlamışlar.

Gel zaman, git zaman… Aradan geçmiş epey zaman…

Günlerden
bir gün, bizim damat hekim başı, saraydaki odasında pencere önünde
otururken, uzaklardan üstleri, başları perişan bir halde iki gencin
saraya doğru yaklaştıklarını görmüş. Bunlar gelip sarayın kapısında
durmuşlar. Kapıcı başıya bir şeyler söylemeye başlamışlar.


Oğlana
bunlar yabancı gelmemiş. Saçları, sakalları uzamış olan bu iki genci
tanır gibi olmuş. Bir uşak çağırarak, sarayın kapısında duran iki adamı
yanına getirmelerini söylemiş.


İki genç adam korka korka odasına girmişler. Oğlan bunlara:

Siz kimsiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, diye sormuş.

Bunlar,
kim olduklarını, başlarından neler geçtiğini anlatmaya başladıkları
zaman, oğlan, bu ikisinin de öz ağabeyleri olduğunu öğrenmiş.


Kendisi
şık, ipekli elbiseler içinde, uzun bıyıklı, başında da kocaman, tüylü
bir kavuk olduğu için ağabeyleri onu tanımamışlar.


Bu
sefer o kendisini tanıtınca, ağabeyleri neye uğradıklarını
anlayamamışlar. Kalkıp küçük kardeşlerinin boynuna sarılarak, yolda
kendisini bırakıp kaçtıkları için darılmamasını söylemişler. O da hiç
ses çıkarmamış.


Sonra oturup başından geçenleri ağabeylerine anlatmış.

Ağabeyleri
de, iş bulmak için aylardan beri dolaştıklarını, nihayet aç ve perişan
bir halde Hindistan’a geldiklerini ona anlatınca, oğlan hemen uşakları
çağırarak ikisine de birer kat elbise getirtmiş. Kendilerini hamama
gönderip yıkatmış. Altlarına güzel birer at verdirmiş. Heybelerine
yiyecek, ceplerine de para koydurarak memlekete doğru uğurlamış.


Bunlar
yolda giderlerken, küçük kardeşlerinin başından geçenleri aralarında
konuşarak onun bugünkü halinden kıskançlıkla söz etmişler. Sonra, devler
konağına gidip, onun yaptığı gibi dolaba saklanmaya, devlerin haber
verecekleri yeni hazineleri öğrenip zengin olmaya karar vermişler.


Böylece
durmadan yol almışlar. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış,
nihayet devler konağının bulunduğu tepeye ulaşmışlar.


Yerde
sürüne sürüne konağa yaklaşmışlar. Etrafa göz gezdirip içeriyi
dinlemişler. Ses seda işitmeyince kalkıp konağa girerek içerdeki büyük
dolaba saklanmışlar.


Akşam olmuş. Devler birer birer gelmişler. Kazanları indirip karınlarını doyurduktan sonra konuşmaya başlamışlar.

Bir tanesi:

Bugün neler öğrendiniz, anlatın bakalım? demiş.

Bir başka dev:

Ağaç altındaki fare bir insanoğlu tarafından öldürülmüş, altınlar da alınmış, demiş.

Devlerden biri:

Fakir değirmenci değirmen taşını parçalamış, çıkan altınları alarak zengin olmuş, demiş.

Bir başka dev de:

Hint Padişahı’nın kızının gözleri açılmış, diye söylenmiş. O zaman, öteden başka bir dev atılarak:

O halde bizim konuştuklarımızı birisi dinliyor, demiş. Arayalım her tarafı!

Devler, hep birden:

Doğru söyledin, arayalım! Diye homurdanarak yerlerinden kalkmışlar. İçerisini aramaya başlamışlar.

Dolabı açar açmaz iki kardeşi görmüşler. İkisi de korkudan bayılmış, hareketsiz yatıyorlarmış.

Bunları uyuyor zanneder kollarından, bacaklarından çekmişler. Dolaptan çıkarıp yere atmışlar. İkisinde de hareket yokmuş.

O zaman, devlerden biri:

Yakalayacağımızı anlayınca, ödleri kopmuş, ölmüşler, demiş.

Başka bir dev:

O halde cezalarını buldular, diye söylenmiş.

Bir başkası da:

Biz ölü insan eti yemeyiz, diye konuşmuş. Atalım bunları dışarıya, kurtlar, kuşlar yesin!

O böyle söyler söylemez, devin biri, ikisini de bacaklarından kaldırdığı gibi dışarıya götürmüş, otların üzerine atmış.

Dışarıda
saatlerce baygın yatan oğlanlar, sabaha karşı havanın iyice serinlediği
bir sırada, ayılmışlar. Ölmediklerini görünce, Allah’a şükretmişler.
Sonra etrafı dinlemişler. İçerden horultular geldiğini duyunca, devlerin
henüz uyanmadıklarını anlayarak, kalkıp tabana kuvvet oradan kaçmışlar.


Gün ışırken devler konağından çok uzaklara varmışlar.

O
zaman, kardeşlerini yolda bırakıp kaçtıklarını, sonra da onu
kıskandıkları için başlarına bu felaketin geldiğini, ancak Allah acıdığı
için de devlere lokma olmaktan kurtulduklarını birbirlerine
söylemişler.

Yaptıklarından
utanarak, ne memlekete, ne de Hindistan’a gidemeyeceklerini anlamışlar.
Başka bir şehirde iş bulup çalışmak için yollarını değiştirmişler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Doğruluk
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Kültür ve Sanat Rehberi :: Büyüklerden Masallar-
Buraya geçin: